1956 yılında Fransız sömürgesinden çıkıp bağımsızlığını kazanan Tunus kısa tarihinde aynı yöntemlerle iş başına gelen sadece iki devlet başkanı gören bir ülkeyken birden bire üniversite mezunu Muhammed Buazizi adında genç bir seyyar satıcının işsizlik ve yoksulluğu protesto etmek için kendini yakması “Arap Baharı’nın” başlangıç noktası ve ilham kaynağı oldu.
Sonrasında yaşanan gelişmelere de “Yasemin Devrimi” adı verildi. Ortadoğu ve Kuzey Afrika coğrafyalarında görmeye pek alışık olmadığımız bu demokrasi talepleri, gerçekten dünyanın artık globalleşmesiyle mi tetikleniyor yoksa başka dinamikler mi devreye giriyor?
Biat kültürünün yerleşik olduğu İslam coğrafyalarında ellerinde her türlü imkanın olduğu otoritelere karşı önce isyancı sonra muhalif sonra da özgürlük savaşçısı olma durumunu halklar kendileri mi sağlıyor, yoksa çoğu zaman komplo teorileri denilen bir çeşit algı yöntemleriyle mi hayata geçiriliyor?
Bu yazıyı yazma sebebim, tüm Arap Baharı coğrafyasında yaşanan içler acısı durumdan duyduğum umutsuzluk halini biraz anlatmak biraz da anlamak…
Bugün tüm bu coğrafyalarda gelinen noktaya bakıldığı zaman bu baharın ilk deneme tahtasının Tunus olması manidar. Nüfus olarak diğer isyan coğrafyalarından çok daha az olan, nüfusun yüzde 14’ünün işsiz olduğu, bu oranın üniversite mezunları arasında iki katına çıktığının bilinmesine rağmen Tunus, gerek laik yapısı gerek elindeki muhteşem turizm imkanları, gerekse Batıyla yaptığı ticaret sayesinde Afrika’nın Kaplanı olarak tanımlanıyor, El Kaide’ye karşı yürüttüğü mücadele yüzünden de takdir topluyordu.
Ne olduysa yıllardır turizm şirketlerinin bir çoğunu elinde tutan, zaman zaman yakınlarına ekonomik iltimaslar tanıyan Zeynel Abidin Bin Ali birden bire alaşağı edildi.
Yukarıda saydığım sebepler elbette mazur görülemez, ancak müreffeh ve gelişmiş ülkelerde bile bunun benzer örneklerini görmek mümkün. Amacım o ülkeler daha gelişkin Tunus ve onun gibiler bu tip haksızlıklara boyun eğsin demek değil elbette… Ancak yaşanan bu sürecin demokrasinin ve halkın zaferi olarak adlandırılması bana gerçekçi gelmiyor.
Zira olayların ilk patlak verdiği günlerde Bin Ali’ye takviye polis gücü gönderme teklifinde bulunan demokrasinin beşiği ve insan haklarının babası Fransa ve onun makbul başkanı Sarkozy olmuştu. Neyse ki bu haberin basına sızmasından kısa bir süre sonra Fransa bu fikrinden vazgeçti.
2010 yılının Aralık ayında başlayan sürecin, 14 Ocak 2011’de hükumetin düşmesi ardından da Bin Ali’nin Suudi Arabistan’a kaçmasıyla kritik aşamayı geçtiği düşünülse de, ülkeyi ve yeni seçilecek yönetimi bekleyen bir dizi karışık sorun su yüzüne çıktı.
Devrimin 9 ay ardından yapılan seçimlerde halk tercihini İslami geleneklere bağlı olan En Nahda Partisi’nden yana kullandı, zira En Nahda Mısır’da da devrimden önce yasaklı olan Müslüman Kardeşler Örgütünün ideolojik altyapısını kendine örnek alan bir hareket.
Ancak daha önceki yönetim tarafından yasaklanan bu hareketin siyasi gündemi, programı ve organize edilmiş kolları yok. Bin Ali’nin gitmesiyle koalisyonun en büyük ortağı olan En Nahda geçtiğimiz günlerde yeni anayasaya şeriat kanunlarını almayacaklarını, kadınların örtünmesini şart koşmayacaklarını ve lokantalarda içki servisinin devam edeceğini açıkladı. Dolayısıyla “eski rejimin” bir çok uygulaması olduğu gibi bırakıldı.
Zira devrim dediğimiz zaman kökten değişimler beklenmektedir, mesela Fransız ihtilali, Bolşevik devrimi hem kendi halkları açısından hem de dünya üzerindeki etkileri açısından gerçek devrim niteliği taşımaktadır. Bu örneklerde yapılan kanunlarla ve yeni yönetimlerle toplum ve birey yeniden tanınlanmıştır. İran’daki İslam devrimine bile bakıldığında eski alışkanlıkların kökten değiştiğini görmek mümkün.
İslamın rolünün toplumlarda çeşitli etkenlerle şekillendiği gerçeği göz önüne alındığında Tunus’a şeriat geleceği kaygısı yersizdir. Ancak tüm bu açıklamalar ve yaşananlar gerçek bir devrimi işaret ediyor mu?
Adına Yasemin Devrimi verildiği olaylar sonucunda anayasanın kurucu maddelerinin fazla bir değişikliğe uğramadığını, diğer yandan çok partili bir sisteme geçildiğini görüyoruz.
Peki, devrim kısmi değişiklikler silsilesi midir, yoksa radikal bir değişim midir?
Devrim süresince çalkantılar yaşayan Tunuslular bugünlerde hala eski dertleriyle baş başa…
Resesyona giren ekonomi devrim öncesinden çok daha kötü bir durumda, tek başına en önemli gelir kaynağı olan turizmin maliyeti ülkeye yüzde 20 işsizlik olarak yansıyor…
Hatta Bin Ali tarafından bir darbeyle görevden alınan Habib Burgiba’nın kızı Hager Burgiba bile bu yeni devrimin ülkede hiç bir şey değiştirmediği görüşünde. Hager’e göre yolsuzluklara bulaşmış bakanlar yönetimde hala söz sahibi ve bir zamanlar Bin Ali ile ittifak yapan büyük aileler bu sefer de yeni yönetimle işbirliği içinde.
Dolayısıyla, ekonomik açıdan değişen bir durum yok, hatta kötüleme var diyebiliriz. Asıl bundan sonra sorulması gereken; yeni yönetimin fazla bir anayasal değişikliğe gitmeden sadece Özgürlük ve demokratikleşme vaatleriyle mi yola devam edeceği, yoksa ülkenin bugüne gelmesine sebep olan kötü ekonomik gidişata ciddi bir ekonomik programla mı el atacağı.
Yasemin Devriminden önce Kuzey Afrika’nın en müreffeh ülkesi olarak görülen Tunus bundan sonraki süreçte küresel sisteme entegre edilecek mi?
Bin Ali’nin yönettiği ekonomi bundan sonra kimler tarafından ve nasıl yönetilecek?
Bunlar cevap bekleyen önemli sorular arasında…. Tunus belki orta vadede işleri rayına oturtacak ama Arap Baharı sıralamasında onu izleyen, tüm dünyanın arkasında durduğu 33 yıllık Mübarek rejiminin alkışlar arasında yıkıldığı Mısır’da özellikle cumhurbaşkanı adaylarının hali, açıklamaları ve dini köken üzerinden yürütülen karalama kampanyaları acaba Tunus’taki aynı umut verici tabloyu çizebilecek mi?